1920’de nüfus on iki milyon dolayındaydı, on bir milyon kişi köyde yaşıyordu.

Kırk bin köyün otuz sekiz bininde okul yoktu.

Traktör yoktu; Hititlerden kalma kağnı ve kara saban kullanılırdı.

Beş bin köyde sığır vebası vardı. Hayvanlar kırılıyor, insanlar da kırılıyordu.

Yaklaşık iki milyon sıtmalı, bir milyon frengili ve üç milyon trahomlu insan vardı. Anadolu’da; verem, tifüs, tifo salgını kol geziyordu.

Doğan her iki bebekten biri, bir yaşına gelmeden ölüyordu. Ortalama yaşam süresi kırk yıl kadardı.

Hekim sayısı üç yüz otuz yedi, ebe sayısı yüz otuz altı, eczacı sayısı altmış bin idi.

Diplomalı diş hekimi hiç yoktu.

Limanlar, madenler, demiryolları yabancılara aitti. Toplam sermayenin yalnızca %15’i Türk sermayesi sayılabilirdi.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan yalnızca dört fabrika vardı: Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri…

“Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras” listesinde 600 ton altın borcunu da unutmayalım.

Elektrik yalnızca İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı.

Otomobil sayısı 1500 kadardı…

Kadın, insan değildi. Sayılmıyordu bile.. Sayımda erkekler sayılıyordu sadece kadınlar satılabiliyordu cariye olarak ...

Veremle boğuşan halk, ahırda yatarken… Osmanlıcıların yere göğe sığdıramadıkları Abdülhamid Han Hazretlerinin yaş olarak tümü “çocuk” sayılacak 16 karısı vardı. (Nazikeda, Safinaz, Dilpesent, Peyveste, Nazlıyar, Bidar, Mezide, Emsalinur…..) Osmanlıcıların “dedemiz” dedikleri Abdülmecid’in de 22 karısı vardı. Halk ineğine verecek saman bulamazken, o sarayında iki futbol takımı kadar kadınla yatıyor onları elmaslara altınlara boğuyordu. Zenginlik sadece kendilerinde, saraylarında haremlerinde vardı halk ekmeğe muhtaçtı.

Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu...

Arkeolojik eserler, öyle gizli saklı değil, padişahların hediyesi olarak ya da çalınmış, gemilerle, trenlerle Avrupa müzelerine götürülmüştü.

Takvim ve zaman birliği de yoktu. Kimisi güneş batarken ‘grubi saat’i esas alıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu, kimisi güneşin tümüyle battığı 'ezani saat’i esas alıyordu; kimisi 'zevali saat’i kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu. “Saat kaç birader?” diye sorduğunda, her kafadan bi ses çıkıyordu.

Kimisi ‘hicri takvim‘ kullanıyordu, kimisi ‘rumi takvim‘ kullanıyordu. Kimisinin şubat’ı kimisinin aralık’ına denk geliyordu. Herkes aynı zaman dilimindeydi ama, farklı aylarda, farklı saatlerde yaşıyordu!

Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın, kulaç, fersah vardı. Ne Ortaçağdan kalma ağırlık ölçüleri dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne de uzunluk ölçüleri…

Erkeklerin yalnızca % 5’i, kadınların binde 5’i okuma – yazma biliyordu.

Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi.

Okul yaşı gelen her dört çocuktan zaten üçü okula gitmiyordu. Toplam, 4894 ilkokul, 72 ortaokul ve yalnızca 23 lise vardı.

Ülkedeki liselerin tümünde salt 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi bile yoktu.

Tek üniversite vardı, Darülfünun, medreseden halliceydi.

Ülke bilim’den çoook uzaktı.

600 yıl boyunca "Türkçe" mahvedilmiş , Osmanlıca denilmişti. Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler, Levanten terimler dilimizi istila etmişti. Kelimelerin yalnızca %5 kadarı Türkçeydi. Arap alfabesiyle Türkçe yazmaya çalışıyorlardı.

“Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik, köpekleştirildik..” falan deniyor ya… İbrahim Müteferrika’dan başlayarak 150 yılda basılan toplam kitap sayısı kaçtı biliyor musunuz? Yalnızca 417 idi... zaten, ülkeye matbaayı getiren Abraham Müteteferrika da Macar kökenli bir devşirmeydi.

Oysa Gutenberg’in çalışan ilk matbaasından sonra, yani 1453’ten 1850’ye dek 400 yılda Avrupa’da 8 milyon kitap basılmıştı.. Voltaire, bir kitabında şu belirlemeyi yapmıştı:

İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan daha azdır!

Ve neymiş efendim, mezar taşı okuyamaz haldeymiş… Sanki ülke ful okur yazardı harf devrimi ile cahilleştiler!

Prof. Dr. Ilber ORTAYLI'dan alıntıdır.