“Salkım Hanımın Taneleri” isimli roman yayımlanalı oldukça bir zaman geçtikten sonra televizyonda da sinema filmi olarak yayımlandı. Roman, İkinci Dünya Savaşı’nın hüküm sürdüğü günlerde yürürlüğe giren 12.11.1942 tarihli 4305 Sayılı “Varlık Vergisi” mağdurlarını anlatmaktadır.

Bu verginin haklılığı veya haksızlığı konusunda bir şey söylemek için duygusallığın dışında bir takım olayları iyi bilmek gerekmektedir. Şayet roman yayınlandıktan sonra, yazarı Yılmaz Karakoyunlu, bir müddet sonra Anavatan Partisi’nin “Özelleştirmeden Sorumlu Devlet Bakanı” olmasa idi, onu eleştiren MHP’ li milletvekili de kendi iktidar ortağına saldırmak için bu işi bahane yapmasaydı, roman gündeme gelmeyecekti.

Mesele ülkedeki azınlıkların vermesi gereken “Varlık Vergisi” ni vermemeleri şeklinde yansıtılmaktadır.

O dönem vergi kaçıranlar sadece azınlık olanlar mı idi, diye sormak gerekmektedir.

Ayrıca MHP’ li milletvekilinin, paşa emeklisi kayınpederi tarafından tecavüze uğrayan kadın sahnesi için kitabın yazarını “örf adetlere aykırı ve özellikle bir paşa böyle bir şey yapmaz” şeklindeki suçlamasına karşılık, Yılmaz Karakoyun’ lu, güzel bir diksiyonla ve demagojik bir hünerle “O subay şerefli ordumuzun bir subayı değil, yolundan sapmış bir Osmanlı Paşası - Hamidiye subayı ” gibi sözlerle “Özrü kabahatinden büyük” bir savunma yaptı. Aynı sözleri ben söylesem dumanımı çıkartırlar, sürüm sürüm süründürürlerdi. Sanki Osmanlı İmparatorluğunun bütün askerleri, subayları ve paşaları şerefsizmiş gibi bir anlam çıkıyordu, sözlerinden. İstiklal Savaşını yapan subaylar Osmanlı Subayı değil mi idi, Kara Kuvvetlerimiz ve Jandarma kuruluşunun kaçıncı yılını kutluyor diye sormazlar mı? İnsana.

Varlık vergisi aslında işin bahanesiydi. Aynı yöntemi Birinci Dünya Savaşı içinde “İttihat Terakki” de “Milli İktisat Politikası” mantığı dahilinde uygulamıştı. İkinci Dünya Savaşı’ n da da İttihat Terakki’ nin yetiştirdikleri de aynı yolu denediler.

İkinci Dünya Savaşında ki bu uygulamayı haklı göstermek için o zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ nün 1942 yılında meclisi açış konuşmasında ki şu sözlerini sık sık yinelerler.

“ Şuursuz bir ticaret havası, haklı sebepleri çok aşan bir pahlılık belası .. bulanık zamanı bir daha ele geçirilmez fırsat sayan eski çiftlik ağası ve elinden gelse teneffüs ettiğimiz havayı ticaret metaı yapmaya yeltenen vurguncu tüccar... büyük bir milletin hayatına küstah bir suretle kundak koymaya çalışmaktadırlar... Ticaretin ve iktisadi faaliyetin serbestliğini bahane ederek milleti soymak hakkını hiç kimseye, hiçbir zümreye tanımamalıyız.”

Olayın sadece Yahudi veya diğer azınlık tüccarlara yönelik bir uygulamaya dönüşmüş olması da çok doğaldı. Çünkü zamanın Başbakanı Şükrü Saraçoğlu iyi bir kılavuz seçmişti, kılavuzu da o zamanlar kamplarda Yahudileri çayır çayır yakıyor, yok ediyor, soykırımı yapıyordu. Saraçoğlu’nun Kılavuzu “Kavgam” isimli kitabında mantığını şu sözlerle savunuyordu.

“ Para işleri ve ticaret tamamen onun tekeline geçmiştir. Fakat fazla faiz istemesi ve tefeciliği de mukavemet görmeye başlamıştır. Onun tabii hayasızlığı gittikçe artar ve serveti kıskançlığa sebep olur ..... Yahudi’nin tahrik ettiği antipati açık bir nefret halini alır... Böylece ev sahibi ile misafir arasında bir uçurum açılmış olur.” Zikreden Rıdvan Yakar, (Adolf Hitler. Kavgam, S: 306 – 307, Yağmur Yayınları, 1972, 2. baskı)

Başbakan Şükrü Saraçoğlu’da 12.11. 1942 de çıkan “Varlık Vergisi” ni ve Yahudi Tüccarlara yapılan baskıyı ve onların Aşkale’ye tahkimata gönderilmesini şu sözlerle savunuyordu.

“Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle tatbik edilecektir. (Zikreden Rıdvan Yakar- 21.1.1943, Cumhuriyet- Varlık Vergisi – Tek Parti Rejiminde Azınlık Karşıtı Politika Örneği-Belge Yayınları- Bilim Dizisi- Birinci baskı : ocak 1992)

Bu politika etkisini göstermiş midir göstermemiş midir! Meselenin ayrı bir noktasıdır. Benim anlatmak istediğim, niyet ne olursa olsun uygulamanın insani boyutlardan uzak olduğudur.

Bu politikanın mağdurlarından İshak Alaton’ un anıları da oldukça ilginçtir.

“Varlık Vergisi Kanunu’nun çıkarıldığı dönemde 15 yaşındaydım. Babam iplik ithaliyle uğraşırdı. Beyoğlu’nda küçük bir mağazası vardı. Varlık Vergisi oranları ilan edildiğinde, babama ilk edapda 16 bin sonra da 64 bin lira vergi belirlendiğini gördük. Bu rakam ailemizin tüm varlığının çok üstündeydi. Doğal olarak verginin ilk 16 bin liralık kısmını ödedik. Geriye 64 bin lira kaldı. Bunun üzerine babamı Aşkale’ye gönderilmek üzere Sirkeci’ deki sevk merkezine aldılar................

Babam o merkezde 4 ay kaldı, ben babama giysi ve benzeri ihtiyaçlarını götürüyordum. Çadırda kalıyorlardı. Ailemiz, babamın Aşkale’ye gönderilmemesi için bir takım “özel” bir çaba içindeydi. Bu çabalar babamın gidişini ancak 4 ay erteledi. Babam Aşkale’de 8 ay kaldı.......

.... Aşkale’ye gitmedim, ancak babamın anlattığı kadarıyla Aşkale’de baskı yoktu. Fazla çalıştırmamışlar.” (A.g.e.)

Alaton’ dan başka, Hamparsun Erkman, Arşak Cuhacıyan, Nesim Saban, Garp Franko, Artin Çerkesyan, Artin Topaloğlu, Nikolaki Karamanoğlu, Konstantin Kürkcuoğlu gibi isimlerden de bahsetmek mümkün. Aşkale’de yaşlılıktan dolayı ölenlerden ve psikolojik bozukluktan bahsetmek de yanlış olmaz. Bir kısmı Türkiye’yi terk etmişler, bir kısmı kalmış. Bir kısmı zamanla soyadını değiştirmiş, Müslüman olmuştur. Bu insanların bir kısmı ticari hüner ve güçlerini savaştan sonra kullanarak eski sermaye birikimine tekrar kavuşmuşlardır.

Bu olay için yapılan ortak yorum “Nazi Almanyası” nın etkisi olduğu ve ırkçılık tohumlarının “Varlık Vergisi” ile atıldığıdır.

Varlık Vergisi insani açıdan bakıldığında zulüm ve baskıdır. Siyasi açıdan bakıldığında Hitler Almanya’sı gibi olmasa da ırkçı bir uygulamadır. Ekonomik yönden de Azınlıkların elindeki sermaye birikimine el koymaktır.

Bütün bunlar İkinci Dünya Savaşı’nın koşulları bahane edilerek sermaye sahibi olan bir avuç azınlığa yapılan baskılardır.

Aynı dönemde Varlık Vergisinden önce yürürlüğe giren “Milli Koruma Kanunu” da vardır.

18.1.1940 tarihli 3780 sayılı yasayla yürürlüğe giren MKK; bir anlamda harp ekonomisi, bir anlamda genel seferberlik anlamını da taşımaktadır. Ülkenin her an savaşa hazır olması temelinde yapılan yaptırımlar olarak ta yorumlana bilinir. İşçi Sınıfı açısından da “Zorunlu Çalışma Yasası” demektir. Bir anlamda Devlet, seni zorla çalıştıracağım, çalışma saatini ve ücretini ben belirleyeceğim, işten firar edersen de seni yakalamak için yaptığım masrafları senden keserim, bir kere kaçarsan ceza, ikincisinde ücretsiz çalıştırılmak için hizmet taburuna, üçüncüsünde Çatalca’ya – Edirne’ye- tahkimata gönderirim, demiştir.

Önce Zonguldak Vilayeti dahilinde köylerden çalışacakların listesi çıkartıldı, sonra bunlar A be B gurubu diye ayrıldı, 1936 da yürürlüğe giren iş kanunu hükümleri de rafa kaldırıldı.

Maden ocaklarında çalışma koşulları da insan onur ve haysiyetine yakışacak bir durumda değildi. İş güvenliği ve işçi sağlığı için gerekli yatırımlar yapılmamıştı. Köylerden zorla toplanıp maden ocaklarına sevk edilen insanlar köylerine tekrar dönme şansını elde etseler de her türlü bulaşıcı hastalığın mikroplarını bünyelerinde taşıyarak dönüyorlardı, kısa zamanda köylerde de bulaşıcı hastalıklar yayılmaya başladı.

Daha evvel madendeki çalışma koşullarını hiç görmemiş olanlarda korkunç bir psikolojik bozuklukla birlikte, ruhsal hastalıklar belirmeye başladı.

Maden ocakları mezbaha gibi insan öldürüyor, bir avuç kömür için bir avuç kan dökülüyordu. Teknoloji yoksunluğundan ardı arkası kesilmeyen iş kazaları, sayısız sakatlanmalara ve yüzlerce ölüme neden oluyordu.

Grizu kazaları kitle katliamına varan boyutlara ulaşıyor, bir aileden üç kişinin dört kişinin dahi öldüğü oluyordu.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi havzada bulaşıcı ve zührevi hastalıklar gün geçtikçe artıyor, zaten yetersiz olan sosyal tesisler Karadeniz vilayetlerinden sevk edilen işçilerle birlikte tümden yetersiz geliyordu.

Düşük ücretin yanında, temel gıda maddelerindeki karaborsa, maden işçisinin aldığı ücreti hepten yetersiz kılıyor, maden ocaklarında ölümle burun buruna çalışmanın, “bir avuç kömür için bir avuç kan” dökmenin hiçbir cazip tarafı kalmıyordu. Tüm bunlara kötü beslenme ve sağlıksız koşullarla 12-16 saat çalışmada eklenince, işçiler ister istemez firar ediyorlardı.

Havzada korkunç bir kaçak işçi ordusu oluşmuştu, bunu engellemek içinde her türlü yöntemlerin kullanıldığı bir takip başlamıştı. Maden işçilerinin de tekrar madene dönüp ölmemek, sakatlanmamak veya kalıcı bir bulaşıcı hastalığa yakalanmamak için firardan başka çareleri yoktu.

İktisat vekaleti her gün telefonla talimat alıyor, istenilen üretim hedeflerine ulaşmayınca yöneticiler despotluk ve gaddarlıkları dozunu artırıyordu. Firarlar karşısında çaresiz kalınınca, Milli Koruma Kanununa bağlı çalışan “Mükellefiyet Takip Bürosu” kuruluyor, bu büro kolluk güçleriyle müşterek çalışıp, tıpkı Amerika’ da pamuk tarlalarından kaçan zenci kölelerin kovalanması ve yakalanması gibi bir işlev görüyordu.

Bütün bunlarda yeterli olmayınca maden işçilerini asker statüsüne soktular.( Erol Çatma-Asker İşçiler- Araştırma İnceleme:4- Ceylan Yayıncılık-Birinci Baskı- Haziran 1998) Firarları artık jandarma kovalamaya başlamıştı. Jandarmada bu işte çaresiz kalınca köylerine firar eden işçilere karşı farklı bir caydırıcılık uygulamaya, firar eden maden işçilerinin karılarına, kızlarına, analarına tecavüz etmeye başladılar.

Havzada 1940 ile 1948 yılları arasında insanlık dışı bir uygulama yaşandı. Maden işçileri bu zulmü çekerken, bürokrasi en debdebeli günlerini yaşıyordu. Onların hayat standardı gittikçe artıyor, ölüm pahasına çıkartılan kömüre göre pirim alıyorlar taktir görüyorlardı.

Bu sekiz yıllık dönemde maden işçileri 784 ölü, 31763 yaralı verirken 27,170,136 ton kömür üretmişler, yani yaklaşık olarak bir milyon ton kömür üretimi için yaklaşık 30 ölü 1176 yaralı vermişlerdir. Bunun yanında bulaşıcı hastalıklardan ve iş kazalarına dahil olmayan nedenlerden dolayı ölenlerin sayılarını kesin olarak çıkarmak imkansızdır.

Yukarıdaki verilerden ortaya çıkan en büyük gerçekte, üretim zorlamasının, teknolojik yetersizliğin ve despotluğun ortaya çıkardığı iş kazaları oranlaması bir vahşetin göstergesidir. Gelişmiş, gelişmemiş ve geri kalmış ülke oranlanmalarıyla kıyaslandığında bile tablo bir utancın göstergesinden öteye bir şey değildir.

Başlıkta ismi geçen Asım, büyük babamın kardeşidir. Alim,amcam, Şevket’ de amcamın oğludur. Bu üç ismin ortak yönü üçünün de mükellef olması, üçünün de mükellefiyet döneminde Üzülmez maden ocaklarında iş kazalarında ölmesidir.

Asım, 1941 yılında Dağbaca ocağında göçükte kalıp ölüyor. Oğlu Veli, kızı Yaşar 10 yaşına girmeden yetim kalıyorlar. Veli’ de sonradan maden işçisi oluyor, Üzülmezde çalışırken işçi olarak Almanya’ ya gidiyor. Şimdi ise Çaycuma’da “Veli Turan” yazan 1975 model bir Doç kamyonetle çalışıyor.

Asım’ ın köyde mezarı yok, ölüsünü bile köye götüremiyorlar. Zaten köye götürecek kadar bir bedende kalmamış, kimsenin haberi yokken bir yerlere gömüyorlar, mezarı bile bilinmiyor. Asım amcamla ilgili olarak köye götürülen tek şey madene giderken azık koyduğu zembili ve ölüsünden çıkartılan bir kanlı gömlekti.

Alim Çatma 1944 yılında Derebaca’ da göçükte kalıyor. Alim amcamın da köyde mezarı yok, Gürcü Tepsi’ n de bir yere gömüyorlar. Ondan köye hiçbir şey götüremiyorlar. Geride İki erkek iki kız çocuğunu yetim bırakıyor. Ondan bende kalan en büyük hatıra Karısı Hayriye Yengemin “ Bir kanlı gömleği olsa kalmadı” diye ağlamasını hatırlamamdır. İki oğlundan birisi Üzülmezde çalışırken işçi olarak Almanya ya gidiyor, öbür oğlu ise 1988 yılına kadar madenlerde lağımcı olarak çalıştıktan sonra emekli oluyor ve 1991 de Siliko Tüberkiloz dan ölüyor. Onun da oğlu şimdi Üzülmez madenlerinde kazmacı ustası olarak çalışıyor.

Şevket Çatma ise Üzülmezde henüz 17 yaşında mükellef olarak çalışırken nakliyat motoru tarafından eziliyor. Köyde bir tek onun mezarı var. Ondan geri kalan soluk bir fotoğraf ve Cemile yengemin yıllarca sakladığı bir kanlı gömlekti.

Şevket öldükten sonra amcamın bir erkek oğlu oluyor, onunda ismini Şevket koyuyorlar, Küçük Şevket’ te Üzülmezden emekli oldu, şimdi köyde traktörle çalışıyor

Yine akrabalarımdan, İsmail Çatma, Ali Çatma iki kardeştiler ve mükelleftiler, lağımcı olarak çalışıyorlardı, 45 yaşına girmeden 30 sene evvel kan tüküre tüküre öldülerdi.

Tarihin akışı, İkinci Dünya Savaşında mağdur olanları birbiriyle çakıştırıyor. “Varlık Vergisi” mağduru İshak Alaton, “Zonguldak Madenleri zarar ediyor, madenleri kapatalım, maden işçileri balık yetiştirsinler” diyerek basın açıklaması yapıp TV, kanallarında açık oturumlara katılıyor, liberal ekonominin bir numaralı savunucusu oluyordu. Tesadüf bu ya onların romanını yazan “Özelleştirmeden Sorumlu Devlet Bakanı Yılmaz Karakoyunlu”, romanı sinema filmi yapan Tomris Giritlioğlu, Senarist Etyen Mahcupyan, meseleye koyu milliyetçilik mantığı ile bakıp zulüm yapılmamıştır diyerek olaydan siyasi yatırım payı çıkarmaya çalışan MHP Milletvekili de “Dünya Bankası”nın ve “İMF” nin dayatması ile milli değerlerin peşkeş çekildiği bütün kararlara parmak kaldırdığını unutuyor, milliyetçilik adına “Ceviz Kabuğu” programında saatlerce tartışıyor.

İşte sistem budur, yıllar evvel “Varlık Vergisi” ile azınlık sermaye sahiplerine yapılan baskıları ve insanlık dışlı muameleyi roman yapacaksın, bunun yanlış olduğunu söyleyeceksin, sistem seni “Özelleştirmeden Sorumlu Devlet Bakanı” yapınca da “İMF” nin, “Dünya Bankası” nın ve “Amerika” nın direktifleri doğrultusunda Zonguldak Madenlerinin bir an evvel kapatılması için gayret sarf edeceksin.

Tomris Giritlioğlu ile Etyen mahcupyan aydın olmanın bir gereğini yaptılar, Etyen mahcupyan’ın Ermeni olması olmaması benim için hiç önemli değil, önemli olan aydın kimliğine toz kondurup kondurmadığıdır.

MHP milletvekili, mensubu bulunduğu partide ve parlamento da sanki milliyetçilik duygularının en ufak bir eseri kalmış gibi, sanki Amerika’nın ve buna bağlı olarak İsrail’in dediklerini kayıtsız şartsız kabul etmiyor imza atmıyorlarmış gibi, ufak şeylerden ucuz milliyetçilik demagojileri yapıp gündemi saptırmaya çalışıyor.

“Varlık Vergisi” nin şu günlerde gündeme gelmesinin nedeni ülkenin peşkeş çekilen bir takım değerlerini ucuz milliyetçilik duygularıyla unutturmaya çalışıp gündemi saptırmaktır.

1940 yıllarda Aşkale’ye sürgüne gidenlerin çocukları bugün Türkiye Ekonomisinde oldukça etkililer ve maden işçilerinin binlerce ölü vererek ayakta tutuğu madenler üzerinde bile söz sahibi olmaya başladılar. Kendi mağduriyetlerini savunurken, aynı dönemde göçükte kalarak, hastalıktan kan tükürerek ölen, bunlara dayanamayıp firar eden ve firar ettiği içinde, Çatalca’ da tahkimata gönderilerek mağdur olan maden işçilerinin çocuklarını daha beter bir mağduriyetin içine sokarak madenleri tümden yok etmeye peşkeş çektirmeye çalışıyorlar. Zulüm sadece kendilerine yapılınca zulüm sayılıyorsa, şunu unutmamak gerekir ki,

“Geçmişte Vahşi Kapitalizmin zulmünden mağdur olanların, bu günkü sözde liberal görünümlü vahşi kapitalizmin yaptığı zulümlere ortak olmaları tarihsel açıdan mantıklı olamaz. O zaman hiç kimseyi eleştirmeğe hakkınız kalmaz. Geçmişte zulmü yapanları gündeme taşıyabilmeniz için zulüm yapanlara alet olmamanız onlardan pay almamanız gerekir.”

Erol Çatma

Zonguldak Nostalji

Editör: TE Bilisim